Annemin Kokusu

Annemin içerden sesini duyardım: Kıızııım, bu kalabalıkla nasıl başediyorsun? Benim kaotik eşyalarımı düzenlerken söylerdi hep. Şimdi düşünüyorum da bir kaplumbağa kabuğuna sığabilir miyim acaba? Olur bence. Haydi bakalım başlasın o halde. Aldıkça aldığım, tükettikçe bitmeyen saçma sapan giysilerimi bir çırpıda hop attım gitti pencereden. Ne de ferahladı gardolabın içi. Sırada içerdeki büfe var. İçinde envai çeşit süs eşyası, oradan buradan, tüm gezilerden özenle alınmış, gördün mü bak ben buraya gittim'i ispat edercesine büfeye konulan süsler püsler. Dur bi toplayayım onları da. Hah oldu, hepsi çöpte. Şimdi sıra kızın odasına geldi. Barbi'sinden Lol bebeğine, toplardan, yazı tahtalarına, oyuncakçı dükkanından aşağı kalmayan ne varsa hepsini şu eski ama bir türlü atmaya kıyamadığım valizin içine koydum. Hop o da camdan dışarı. Ay ferahladım mı ne? Sırada ne var? Gereksizce alınmış ve hediye gelmiş binlerce borcam ve nasıl işe yaradığını bir türlü çözemediğim yumurta haşlama makinası, onları da koyayım şu poşetin içine. Kapının önündeler şimdi. Galiba evde atacak pek bir şey de kalmadı. Bir tek ben kaldım. Ha bende de atacak bir sürü şey var. İşe yaramayan duygu, düşünce ve inançları da atmadan vallahi şuradan şuraya kımıldamam, yoksa nasıl sığacağım o minnak kaplumbağa kabuğuna ben? Anneee neredesin, bir gelir misin? Ne saçmalıyorum ben yine, ne gelmesi, sen son 10 yıldır aynı yerdesin.

Toprak sevdiklerimizi içinde sakladığı için mi bu kadar güzel kokar, diye birşey okumuştum yıllar evvel. Sen aynı yerdesin ama ben ne zaman o kokuyu duysam, içimdeki bitmek bilmeyen anılar denizine dalıyorum. Annemin kokusu bu diyorum ya da en sevdiği parfümün kokusu diyelim. Bazen metroda, otobüste giderken birden yanımdan geçen bir kadının ardından sırf bu koku yüzünden bakakalıyorum. Ya da bir mağazaya girmişken birbirine karışmış binlerce koku arasından tanıyorum onu. Annemin kokusu bu, onun yüzünün her bir kıvrımını bana hatırlatan bu koku. Ah nerelere götürüyor beni. Bir insan yıllar boyunca aynı kokuyu kullanır mı? Adı da kendi gibi çok hoş: Roma. İlk Roma'da görmüş de mi almış bunu, yoksa babam mı hediye etmiş acaba? Bak bunu bilmiyorum işte. Soracak kimse de yok şimdi. İkisi de gittiler, beni burada yalnız bıraktılar. İlk başlarda her gün gidiyordum yanlarına, hasretleri beni yiyip bitiriyordu, saatler geçiriyordum orada. Sonraları dedikleri gibi zaman her şeyin ilacı. Hafifliyor acılar da, ataları dinlemek gerek, hep haklı çıkıyorlar. Neden bu kadar erken oldu, neden bu kadar zamansız, bunu sadece kendileri biliyorlar, ben inanıyorum bunların da bir seçim olduğuna.

Ben de o nohutun pişmediğini biliyorum, diye tatlı tatlı kızışı geldi aklıma. Kırk yılın başı pişirdiği nohut iyi haşlanmamış da biz de babamla dalga geçmiştik. Ayol senelerin annesisin, nasıl da pişmemiş yemeği koydun önümüze diye. Niye bu kadar erken oldu, acele etmek böyle mi olurdu? Ben hiç acele etmedim ki, bilmiyorum. Acele giden ecele gider sözünde de yine haklı çıktı bu atalar. Bir şey söyleyeceğim kulağınıza: Benim kardeşim de yok. Bir minnoş var bana yadigar: Kedimiz. Onu aldığımız günü dün gibi hatırlıyorum. Sokakta ağlıyordu bir başına. Miyav da miyav. Ben dayanamamış eve getirmiştim. Annem de kesinlikle olmaz demişti. Yalvar yakar ikna etmiştik babamla onu da sonunda kabul etmişti. Ah ne anılar. Ağlamamak için yazdığımı biliyorsunuz değil mi? Yoksa dağlar olsa önümde yıkacağım onları içimdeki acıyla, haykıra haykıra ağlayacağım da önümde denizler duramayacak. Hayır, buna hiç hazır değildim ben. Şimdi bir başınayım artık, kaplumbağa kabuğuna nasıl olsa sığarım.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ranza

İlk Yazı