Yazı, hayat, şehir ve ev

Yazı yolculuğumun.......sındayım.

Yazı yolculuğumun başındayım. 42 yaşındayım ve yeni başladım. Geç mi kaldım yoksa tam zamanı mı? Bilmem. Çok da umurumda değil. Doğru zaman şimdiymiş. Böyle hissediyorum. Şimdi yaklaşın, size birşey söyleyeceğim: Uzun zamandır düşündüğüm ve nasıl çare bulacağımı bilmediğim bir derdim vardı. Adı kendini ifade. Tam 42 senedir içimde konuşan sözcükler vardı ve ben onları bir türlü dışarı çıkaramıyordum. Bu sözcükler yumak olmuş ağzıma geliyorlar, geliyorlar ve geliyorlardı. Acaba içeriden nasıl dışarı çıkacaktım? Kendilerine bir yol bulamıyorlardı. Bir gün geldi, ben yazacağım dedi içimdeki ses. Zihnim zaten düzinelerce defter doldurmuştu yıllar içinde, sadece kağıda dökülmemişlerdi. O akşam yatağıma oturdum, bilgisayarımı kucağıma aldım, bir sayfa açtım. Tuşlara dokundum. Ve evet parmaklarım hangi harfe basacaklarını çoktan ayarlamışlardı. İşte o an baştan aşağı bir rahatlama geldi. Yazıyordum, evet ben yazabiliyordum. Yıllardır içimde olan sözcükler nihayet kendilerine bir yol bulabilmişlerdi. Hepsi tek sıraya girmiş, yoklama alan bir öğretmenin sorusuna cevap verir gibi, buradayım diyorlardı bana ve kendilerini kağıda aktarıyorlardı. O akşam yazmaya başladığım yazı benim içimdeki sihirli dünyanın kapılarını araladı bana.

Hayat yolculuğumun ......sındayım.

Hayat yolculuğumun en güzel kısmının başında hissediyorum kendimi. Geçtiğimiz 40 yıl sonraki 40 yıl için hazırlanma evresiymiş. Böyle düşününce yaşam sonsuz bir yolculuk gibi geliyor. Eskiden hazırlanma evresini şöyle bir gözden geçirince, nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım şarkısını mırıldanıyordum. Bir bedbahtlık sarıyordu içimi. Uzun zaman böyle geçti. Şu anda ise artık öyle düşünmüyorum. Eski işlerimden birinde bir müdürüm vardı, bana birgün demişti ki: Hayat kırkında başlar. O zamanlar daha 27 yaşındaydım. 40lı yaşlar çok uzaktaydı. Şimdi 42 yaşından baktığımda ağzımdan çıkansa şu oluyor:  Heyo, maç daha yeni başlıyor. Bu hazırlık evresindeki kendi gelişimimi de değerlendiriyorum bir yandan. Bayağı bir yol katettim diyorum. Aferin bana diyorum. İçsel yolculukta bir noktadan bir yere geldiğimi de hissediyorum. Hayata dört elle sarılmak ve bize bahşedilmiş olan hayat hediyesinin farkına varmak tam 40 yılımı aldı. Yaşananlara baktığımda kendime acımayı ve kurbanlık psikolojisinden çıkmayı öğrendim. O pencereyi sonsuza kadar kapattım artık. Çünkü o pencerenin manzarası sonu gelmeyen dipsiz kuyulara, çorak vadilere, kapalı bulutlara bakıyordu. Kendine hakkını vermek penceresi ise bugüne kadar yaptığım herşeyin aslında bugüne gelmek olduğunu hatırlatıyor bana.

Bu şehrin ......sındayım.

Bu şehrin içindeyim. İstanbul da benim içimde. Biz birbirimizin içinde kaybolmuşuz. Eminim İstanbul'un bir ruhu var, yoksa geceleri kulağıma fısıldamazdı küçük küçük sırlarını. Hani Ayasofya'nın, Yerebatan Sarnıcı'nın altındaki gizli dehlizler var ya. Biz onları İstanbul'la beraber gezdik rüyalarımda. Kulağıma fısıldıyor dedim ya geceleri. İşte o dehlizlerin yerini söylüyor bana. O yeraltı yollarında neler var neler. Kimsenin bilmediği ama aslında aşikar olanlar var. Aşklar, yalanlar, iktidarlar, ihanetler var. İstanbul'a söz verdim. Birgün onun hikayesini yazacağım. En çok da gizeminden bahsedeceğim. Sadece onu çok sevenlere  gösterdiği gizemler bunlar. Kimi Bizans surlarının en tepelerinde saklanmış, kimi de Topkapı'nın harem dairesinde. Küçükken bayılırdım buraları gezmeye. Okul gezilerinde en önde olup, öğretmenini sorularıyla bunaltan o çocuk bendim. Burada kim yaşamış öğretmenim? En çok kim sevmiş buraları öğretmenim? Öğretmen benim sorularıma cevap vermekten diğerleriyle ilgilenemezdi. İstanbul sevdası yüzünden üniversitede tarih okudum ben. Ama ne tarihmiş. Geçmişini bilmeyen bugününü de bilemezmiş lafını mıh gibi kazıdım aklıma. Gördüm örneklerini 4 yıl boyunca. Ve nasıl ders alınmadığını da. Şimdinin tarih yapanları için ne fayda, onlar da bir ders almadıkça.

Evimin .....sındayım.

Evimin dışındayım. Ev kavramı bana ait gelmiyor . Ev sabah çıktığımız, dışarıda işlerimizi gördüğümüz, akşamları da hepimizin geri döndüğü, bize sığınma alanı tanıyan bir yer benim için. Saygı duyuyorum ona, bizi içine alıp da dışarıdaki tehlikelerden, kötülüklerden koruduğu için. Ama günün sonunda içinde uzun uzun zaman geçirilecek bir yer değilmiş gibi geliyor. Ev sanki dışarıya çıkmaya çekinen kişilerin mekanıymış gibi geliyor. Onların gözünden baktığımda ev, korunaklı, 4 duvarı olan, kapı dışarı ayağımı uzattığımda ham yapacak olan dünyadan beni koruyan bir yer. Gerçek dışı görünüyor bana bu öykü. Eğer öyle olsaydı, bu kadar renkler, bu kadar güzellikler dışarıda olur muydu? Şimdi evdeyim. Eğer dinlenmek içinse bu evde oluş hali, iyi geliyor. Onun dışında sebepsiz yere evde olmak zamanı ve yapabileceklerimi israf ediyormuşum hissi veriyor. Bundan dolayı evde olmayı sevmiyorum. Sonsuz olasılıklar evrenini kullanılmadan rafa kaldırıyormuşum gibi geliyor. Halbuki o evrende alınacak nice zaferler, görülecek nice yerler var. Hepsi kullanılmadan iade edilmiş oluyor böylece. Yok yok ev bana göre bir yer değil. Hele mutfak hiç değil. Karantina süresince ben de lahmacun yaptım tabii ki, gayet de güzel oldu, yine de bana ait gelmiyor.


Yorumlar

  1. Akıcı sanki kendimden kendime anlatır gibi gönlüne sağlık...aktardığın güzellikler okuyana şifa olsun canım..takipteyim..❤💐

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Annemin Kokusu

Ranza

İlk Yazı